Kültürden Ne Öğrenebiliriz?

Kültürden Ne Öğrenebiliriz?

İnsanın hayatının en önemli amaçlarından birisi bilgiyi aktarmaktadır. Bilgi aktarımı, üremek gibi içsel bir dürtüdür. Geçmişteki insanların bilgi aktarımı, bugün yaşadığımız dünyayı kavramamımızı, bilerek veya bilmeyerek bu dünyadaki sosyo-teknik altyapıyı kullanmamızı ve hayatımızı sürdürmemizi sağlar. Bu aktarıma kısaca “kültür” deriz.

Kültürün genel bağlamda toplumsal hayatta iki anlamıyla kullanıldığını görürüz. “Ne de kültürlü insan” dediğimizde insanın bilgisine ve görgüsüne atıfta bulunurken, “İş kültürü/kurum kültürü” dediğimizde ise bir örgütte yada iş dünyasında bir kişiden beklenen davranış setini sergilemeyi anlarız. Kültür aslında bu kullanımlarından çok daha derindir. Kültür nerede olursak olalım üzerimizdeki atmosfer basıncı gibidir. İnsanın dünyanın neresine giderse gitsin bu basınca çok hızlı uyum sağlama yeteneği olmasaydı, bugün insanlık olmazdı.

Kültür aslında üzerimizde soyut bir örtü gibidir. Sevsek de sevmesek de, içinde bulunduğumuz toplumu bazen geri kalmışlığıyla bazen absürd bulduğumuz gelenekleriyle yargılasak da, bu kültürün parçası olmayı kabul etmediğimiz sürece içsel çelişkilere mahkum olmayı sürdürürüz.

Kültürel bir davranışı kısaca şu örnekteki gibi düşünebiliriz. “Yolculuğa çıkan bir arabanın arkasından bir kap su dökmenin” su gibi hızlıca gidip gelmeye eşdeğer olması kültürümüzde bize kodlanmıştır. Bu ve benzeri davranışlar seti “kültür” olarak değerlendirilir ve bizler bir şekilde veya her şekilde kültürün parçasıyızdır. Ünlü sosyolog Saint Simon, “Dünyayı gezdim, insana rastlayamadım.” derken haklıdır. Dünyadaki tüm insanlar o veya bu şekilde içinde bulunduğu kültürden etkilemiş, o kültürün çocuğu olmuştur. Kültür, farkında değilizdir ama hayatımızı sürdürmemizi sağlayan kısayolların tümünü içerir. Bu soyut örtüyü çıkardığımız anda doğaya karşı o kadar savunmasız ve çıplak kalırız ki, hayatımızı sürdürmemiz neredeyse imkansız hale gelir.

Batılı araştırmacılar dinamik ve ilerlemeye yazgılı batılı toplumların kültürlerini övmekte, durgun toplumlar olarak gördükleri bizim gibi doğulu kaynaklardan beslenen toplumları ise statik/durgun/değişmeyen veya değişime dirençli yapılar olarak görmekte. Bu durum içimizden bazılarının da kendi kültürümüzü bu şekilde düşünmesine yol açmakta ve daha da kötüsü kendi kültürüne yabancılaşmış insanların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Yine bir kısım insanımız ise, tepkisel bir kültürel korumacılığa saplanıp kalmakta, kültürünün değişmesi/yenilenmesi gereken alanlarında değişim potansiyeline ket vurmaktadır. Halbuki her iki yaklaşım da hatalıdır.

Kültürü bu şekilde durgun/değişmeyen bir yapıda düşünmek yerine dinamik, hareketli ve değişken bir yapıda düşünmek yaşadığımız gerçeklere çok daha uygundur. Aristo’nun vurguladığı gibi, insan doğası gereği sosyal bir hayvandır. Bu kavramsallaştırma insanın diğer insanlarla etkileşiminin sosyal boyutuna yaptığı katkıyla, kültürün de insanların etkileşimlerinden oluştuğunu, bu etkileşimlerin de doğası gereği maddi olduğu kadar manevi alışverişlerle kültürün inşasına katkıda bulunduğunu gösterir.

Batılıların bize dayattığı durgun/değişmeyen kültür yerine, bizi iyiye götüreceğine inandığımız maddi ve manevi tüm unsurların üzerine düşünerek toplumumuza uyarlamaya çalışmak çok daha yerinde bir duruştur. Elbette her kültürün, insan topluluklarının sürekli değişen doğası nedeniyle içsel birçok sorunu ve açmazı vardır. Bunları iyileştirmek için uğraşmak, bu amaçla en iyiyi aramaya ve uyarlamaya çalışmak, bugünün insanı için hayatını anlamlandırma noktasında gereklidir. Hindistan’ın bağımsızlığını sağlayan Gandhi’nin ülkesindeki çocuk fuhuşuyla mücadele ederken vurguladığı husus bizler için yol gösterici olmalıdır. Gandhi, “Kültürümüzü koruyoruz.” adı altında çocuk fuhuşunun savunulacak bir yanı olmadığını, kültürün insan aklının evrenselliği doğrusunda iyiye doğru gelişmesi gerektiğini en iyi şekilde vurgulamış ve bu değişimin öncüsü olmuştur.

Batılıların bizim kültürümüzün değişmezliğini bize dayatmalarının, bizim de içselleştirdiğimiz bazı önyargılarımızın oluşmasına neden olduğu açıktır. Bu hususun taşıdığı risk çok yüksektir. İkinci Dünya Savaşı ve öncesinde bir toplumun geri kalmışlığının nedeni ırk ve kan ile açıklanırken, bugün Batılı dayatmaların etkisiyle geri kalmışlığın veya Batılı seviyede kalkınamamanın nedeni olarak kültür gösterilmektedir. Bugün her türlü geride kalışın nedeninin kültür olarak görülmeye başlanması, dünyanın başına gelmiş en büyük felaketlerden biri olan Nazizm kadar tehlikeli bir kültürel faşizme yol açmaktadır.

Kültür, yukarıda da dediğimiz gibi değişir, etkiler, etkilenir, alır, verir. Bugün her ne kadar Batı karşıtı nutuklar atsak bile, bizi 150 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir yerine ışınlasalar, bambaşka bir dünyada gibi kalırız. Biz Batı dünyası ile dünyanın diğer kısımlarının olduğu gibi, son iki yüzyılda çok yoğun bir etkileşime girmişiz. Burada yapılması gereken tepkisel bir kültür savunculuğu yada tamamen Batı öykünmeciliği değildir. Burada olması gereken, Ziya Gökalp’in yüz yıl önce söylediği “Türk Kültürü, Batı Medeniyeti” kavramını, “Türk Kültürü, Dünya Medeniyeti” ile değiştirmek, evrensel iyiyi aramak ve ülkemize uyarlamaktır.

Kültürün insanın etkileşimleri doğrultusunda da değişeceğini kavradıysak, bizim buradaki konumumuzun asla kolaycılığa kaçmamak olduğu anlaşılmalıdır. İnsanlığın tarihi, insanın doğa ile etkileşiminin tarihidir. İnsanın eylemleri ve kurduğu sistemler yoluyla doğayla etkileşimi, dili ve düşüncesi de dahil olmak üzere tüm yaşamını etkilemektedir. Bizim burada başta içinde bulunduğumuz, dahası doğduğumuz kültüre sunduğumuz katkının boyutunun ne olacağı, yalnız kültürümüz için değil, doğanın ve dünyanın geleceği için çok önemlidir. Üretim ve tüketim yöntemimiz, paylaşmayı öğrenip öğrenemeyeceğimiz, çevreyi korumamız, vb. tüm somut ve soyut davranış ve düşünce setlerinin toplumun, kültürün ve dünyanın geleceğine atılmış tohumlar olduğu asla unutulmamalıdır.

Kültür, insanın çevresiyle olan ilişkilerinin bütünüdür. Değişmez değildir. Aksine çok hızlı değişikliklerin gerçekleştiği bir alandır. Anlamlı bir hayat için insanın yapması gereken bizlere dayatılan ve neredeyse kültürel ırkçılık boyutuna ulaşan yargılardan kendisini sıyırması, küresel kültürün içinde iyiyi araması, bunu ülkesine ve içinde bulunduğu topluma uyarlamaya çalışmasıdır.

Bu yazı, Sosyal Garaj Dönüşüm Öncüsü Abdullah OSKAY tarafından yazılmıştır. 

Yorumlar

Bu makaleye henüz yorum yapılmamıştır.

Yorum Ekle

Sosyal Garaj Dünya'nın Tüm Seslerine ve Renklerine Açıktır

Tüm Soru Görüş ve Önerileriniz İçin Bize Ulaşabilirsiniz.
Bize Ulaşın